2 Nisan 2025’te ülke genelinde sessiz ama anlamlı bir çağrı yapıldı: “Bugün harcama yapmıyoruz.” Ne bir taş atıldı, ne bir vitrin kırıldı. Ne bir bayrak yakıldı, ne bir sokak karıştı. Halk yalnızca tüketmeyerek tepkisini gösterdi. Bu bir sessizlik eylemiydi. Çünkü bu halk artık sesini çıkarsa duyan olmuyor; sessiz kaldığında ise belki birileri fark eder diye umut ediyor.
Ancak bu eylem, iktidar çevreleri tarafından “milli ekonomiye suikast”, “ekonomik sabotaj” hatta “siyonistlerin oyunu” olarak tanımlandı. Muhalefetin iç kavgası olarak yaftalandı. Boykotu savunanlar, vatana ihanetle suçlandı. Bu gerçekten dehşet verici bir yaklaşım.
Oysa soralım kendimize:
Bugün kirasını ödeyemeyen, çocuğuna beslenme çantası koyamayan, kredi kartı borcunu asgari tutarla döndürmeye çalışan milyonlarca insan için asıl suikast nedir?
Market raflarına elini uzatamamak mı?
Elektrik faturasını taksite bölmek zorunda kalmak mı?
Yerli üretici mazot fiyatıyla boğuşurken ithalat lobilerine vergi indirimi sağlamak mı?
Bu ülkede üretimden bahsedenler, üreteni yok etti.
Tarımı, sanayiyi, zanaatkârlığı ithalata teslim etti.
İşçiyi taşerona, memuru yoksulluğa, emekliyi çaresizliğe mahkûm etti.
Halk 2 Nisan’da “Ben artık böyle yaşamayı kabul etmiyorum” dedi. Sade, barışçıl, sessiz bir çığlıktı bu.
Bu çığlığı, “dış güçlerin oyunu” diye bastırmaya çalışmak, halkı anlamamak değil, halktan kopmuş olmak demektir.
Hükümetin görevi bu sesi bastırmak değil, bu sese kulak vermektir. Çünkü bu boykot bir çağrıdır; bir tehdit değil, bir çaredir. Bir isyan değil, bir uyanıştır.
Evet, biz boykotla değil, üretimle büyümek isteriz. Ama önce şu soruya cevap verilsin:
Bu halk, neyle üretecek?
Zamla mı?
Vergiyle mi?
Borçla mı?
Bu halk boykotu değil, yokluğu seçmek zorunda bırakıldı. Ve bugün bir günlüğüne “durdu.”
Ama eğer bu düzen değişmezse… yarın tüm ülke duracak.
Çünkü artık boykotla değil, sessizlikle yoksullaşıyoruz.