Tarih boyunca devletlerin ve kurumların kaderini belirleyen en önemli unsurlardan biri liyakattir.
Bir toplumda bilgi, birikim ve emekle yükselen insanlar, eğer hak ettikleri yere gelebiliyorsa, o toplum gelişir, ilerler. Ancak, güç ilişkilerinin ve iç hesapların hâkim olduğu yapılarda, liyakat çoğu zaman bir tehdit olarak görülür ve engellenir. İşte bu yazı, böyle bir hikâyenin izini sürüyor; siyasi arenada hak ettiği değeri göremeyen, emeği göz ardı edilen ve sessizce sahneden çekilmeye zorlanan birinin öyküsü…
Bu hikâyenin kahramanı, yalnızca kendisi için değil, yaşadığı kent için de mücadele eden biriydi. Mahallesinin sokaklarından kent meydanlarına kadar, her soruna duyarlı, çözüm odaklı, yeri geldiğinde öncülük eden, yeri geldiğinde bir aktivist gibi sokaklara inen birisiydi. Şehrin altyapısından trafik sorunlarına, çevre katliamlarından esnafın sıkıntılarına kadar birçok konuda çözüm önerileri geliştirmiş, yalnızca eleştiren değil, aynı zamanda çözüm sunan bir kimlikle öne çıkmıştı.
Onun mücadelesi salt bireysel bir yolculuk değildi. Demokratik kitle örgütleriyle omuz omuza yürümüş, halkın gerçek temsilcilerinin önünü açan çalışmalara imza atmış, yaşadığı yerde devrim niteliğinde oda yönetimlerini değiştirmiş, rantçı ve statükocu anlayışlara karşı alternatif oluşturmuştu. Öyle ki, yıllardır aynı yüzlerin yönetiminde olduğu, köhneleşmiş yapılara nefes aldıran değişim hareketlerinin arkasındaki itici güçlerden biri olmuştu. Onun dokunduğu her alan, sadece isimlerin değiştiği değil, anlayışın yenilendiği bir dönüşüm yaşıyordu.
Ancak ne yazık ki, siyaset yalnızca bilgi ve birikimle ilerleyen bir alan değildi. İçinde bulunduğu yapı, zamanla bir “dar klik” tarafından kuşatılmış, kararlar liyakatten çok kişisel sadakate dayanır hale gelmişti. Kendi koltuklarını sağlamlaştırmak isteyenler, önlerine çıkan güçlü isimleri birer birer tasfiye etmeye girişmişti. Bu durum, onun için de kaçınılmaz bir sürecin başlangıcıydı.
Her fırsatta emeği görmezden gelindi, sesi duyulmazdan gelindi. Küçük hesapların, kişisel menfaatlerin ve iç çekişmelerin arasına sıkışan siyasi atmosferde, onun gibi hak edenler değil, biat edenler ön plana çıkarıldı. Önce toplantılardan dışlandı, sonra projeleri engellendi. Adım adım, varlığı silikleşmeye, sesi kısılmaya başladı. Kimse ona doğrudan “artık yerin yok” demedi, ancak karşısına çıkan her engel, onu daha da geriye itiyordu. Ve sonunda, bir savaşın ortasında yaralanmış bir asker gibi, sessizce düşmesini izlediler.
Bu hikâye, tekil bir olay değil, siyasetin pek çok noktasında yaşanan bir gerçektir. Liyakat yerine sadakatin, emeğin yerine adamcılığın geçtiği her yapı, er ya da geç çürümeye mahkûmdur. Gerçek siyaset, kişisel hesaplarla değil, toplum için verilen mücadeleyle var olur. Bu yüzden, bu satırlar yalnızca birinin hikâyesi değil, birçoklarının ortak kaderinin bir yansımasıdır.
Belki de en acı olan, bu süreci yaşarken en büyük desteği beklediği insanların sessizliğiydi. Bir zamanlar omuz omuza mücadele ettiği dostları, bu haksızlığı görmelerine rağmen, bir çıkar çatışmasına düşmemek adına sessiz kaldılar. Kimi başını çevirdi, kimi “şimdi sırası değil” dedi, kimi de güç sahipleriyle ters düşmemek için olanları kabullendi. Ama o, ne olursa olsun kendini kaybetmedi, değerlerinden ödün vermedi.
Günün sonunda, tarihin sayfalarına yalnızca o günü kazananlar değil, hakikati savunanlar da yazılır. Bu yazıyı okuyan herkesin aklına belki bir isim, belki bir hikâye gelmiştir. Unutmayalım ki, siyaset, yalnızca birilerinin gücünü koruma aracı değildir. Gerçek siyaset, halk için, adalet için, liyakat için verilen mücadelenin adıdır.
Ve bu mücadele, en ağır darbeleri alsa da asla sona ermez…