Zalimcan ile aylık bir genel değerlendirme yaptık dün. Çok bunalmış ve öfkeli gördüm kendisini ama mevsim değişiminin etkisine yordum. Anlattıklarına bakılırsa öfkelenmesini hak edecek sorunlu gündemler var ama, o sorunları buraya taşımamaya çalışıyorum bildiğiniz gibi. Yoksa nereyi tutsanız elinizde kalıyor.
Son günlerde TBMM’ye sunulan ve yerel yönetimlerin yeniden yapılandırılmasına yönelik bir çalışma olduğunu duymuş olmalısınız. Merhum Cumhurbaşkanlarımızdan Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde çıkarılan İmar Kanunu, yerel yönetim yetkilerinin birçoğunun merkezde toplanması anlayışının aksine, radikal olarak yetkilerin yerel yönetimlere dağıtılmasını öngörüyordu.
3 Mayıs 1985 tarihinde kabul edilen 3194 sayılı İmar Kanunu’nun bazı maddeleri değiştirilmiş ya da eklemeler yapılmışsa da, tam 40 yıldır yürürlükte. Her ne kadar bu kanunun baş aktörü yerel yönetimler olsa da, özü itibariyle merkezi yönetimin denetiminden arındırılmış değildi. Nitekim henüz yeterli bilgi birikimine, teknik personele ve yönetim anlayışına sahip olamadan oluşturulan belediyeler, çok çeşitli siyasi müdahalelere açık bir halde günümüze kadar geldi.
Yerelden yönetim anlayışına ilişkin geldiğimiz noktada ise, başarılı olduğumuz söylenemez sanırım. Gerek ekonomik, gerek teknolojik, gerekse demokratik yönetim anlayışının tam olarak oturmadığı kentlerimizde, yerel yönetimlerin bir çeşit “siyasi güç merkezi” olarak algılandığını, hatta bu gücün ulusal siyaset mekanizmalarına alternatif olma düzeyine bile geldiği söylenebilir.
Sahip olduğu yetkilerle ülke düzeyinde türeyen “yerel zübük” figürlerinin, etkin siyaset aktörleri olmaya başlamasıyla, esasında “yerinden yönetim” anlayışından beklenen faydadan uzakta olduğu da tartışılmayacaktır sanıyorum.
Bugün yaşadığımız “yerel yönetim rezaleti”; yerelin ihtiyaçlarını, elindeki mevcut imkanlarla ve bir program dahilinde yerine getirmekten uzaklaşmış, Ankara kapılarında dilenen ya da istediğini yapmaya muktedir olduğunu zanneden ancak neyi temsil ettiğini unutan takım elbiseli figüranların arenasına dönüşmüştür.
Seçilme hakkı olmadığı halde çaktırmadan aradan sıyrılıp boy göstermeye çalışan “köylü kurnazlarıyla”, liyakatine bakmadan sadece söz sahibi olmayı marifet sayan “siyaset bezirganlarının” cirit attığı bir tiyatroda yaşanan komiklikler, artık senaryoyu değiştirmeyi zorunlu hale getirmiştir.
Oynanan bu kalitesiz oyunu, sırf para verdiği için seyretmek zorunda kalan ve hatta alkışlayan seyircinin sorumluluğunu da unutmamak lazım. Yahu bileti almak için parayı veren, oyunu izlemek için oraya gelen seyirci niye oyunu sorgulamaz ki? Acaba oyuncuların içinde eşi, dostu, akrabası olduğu için midir? Ya da sahnelenen oyunun köye getirdiği ekonomik artı değerlerden faydalandıkları için mi kıyasıya alkışlarlar? Hal böyle olunca, oyunun replikleri arasında geçen çakallıkları, “jurnalcilerle köyün ak saçlıları” yakalamakta ve seyircinin önüne koyduğunda da; “sen çok oldun ama” suçlamasıyla karşı karşıya kalmaktadırlar.
İşte bu zor sorular eşliğinde yeniden gözden geçirilmesi kaçınılmaz hale gelen yerinden yönetimin kuralları, umarım ki başka siyasi amaçlar uğruna daha da kötü bir senaryoya dönüşmez. Çünkü tiyatronun senaryo metninden başka, aktörlerin, dekorun, yönetmenin, reklam ajansının, sahne gerisi hizmet sağlayıcıların falan da değişmesi gerekebilir. Dolayısıyla neşteri vurmadan önce, doğru dürüst bir tahlil yapılması, tüm sorunların birbirleriyle olan bağlantılarını da değerlendirerek araştırılması yerinde olacaktır.