2025 Mayıs’ındayız. Bahar, doğayı yeniden uyandırırken, Türkiye’nin kıyı kentlerinde başka bir uyanış bekleniyor: Turizm sezonu…
Yüzbinlerce insan, bu sezondan umutla geçim bekliyor. Çünkü turizm, bu ülkede sadece bir sektör değil, milyonların hayatta kalma umudu, borçtan kurtulma hayali, evine ekmek götürme yolu. Otelciler, kaptanlar, esnaf, şoförler, zanaatkârlar… Her biri bu sezona sıkı sıkıya tutunmuş durumda. Ancak umut kadar büyük bir karamsarlık da var ortada. Çünkü her geçen yıl, turizm biraz daha görünmez kılınıyor.
Türkiye turizm açısından eşsiz bir ülkedir. Tarihiyle, doğasıyla, kültürüyle, dört mevsimiyle… Adeta bacasız bir fabrikadır bu coğrafya. Ancak bu fabrikanın hammaddesi tarihi ve doğadır. Oysa ne yazık ki bu topraklarda artık bu hammaddenin üstü betonla örtülüyor.
Sürdürülebilir turizm sadece reklamla değil, değerlerin korunmasıyla mümkündür. Denizi korumazsanız mavi yolculuk yapacak turist bulamazsınız. Ormanları yakarsanız doğa turizmi çöker. Kıyıları betonlaştırırsanız insanların sahille kurduğu o büyülü ilişkiyi koparırsınız. Kültürü yozlaştırırsanız gelen turist ruhsuz AVM’lerde değil, karakterli sokaklarda, yaşayan mahallelerde yürümek isteyen turistin ilgisini kaybedersiniz. Turizm, sadece otel doluluğuyla değil, kentle kurulan bağla gelişir. Ve maalesef biz bu bağı kaybediyoruz.
Bugün AKP iktidarının turizme dair ortaya koyduğu vizyon, tam da bu bağın kopuşunun özeti gibidir. Ne çevreye, ne tarihe, ne insana saygı duyan bir bakıştan sürdürülebilir turizm çıkmaz. Turizm Bakanlığı, sektörün içinden gelen, dünyayı izleyen, etik ilkelere bağlı bir vizyonerle değil; sektörle arası mesafeli, vizyonsuz bürokratlarla yönetilmektedir. Bu da günü kurtaran, yarını ise tüketen politikaları beraberinde getiriyor.
İşte bu politikasızlığın en somut hali Bodrum’da karşımıza çıkıyor. Türkiye’nin en değerli destinasyonlarından biri olan Bodrum, artık turistik bir merkez değil, ikinci konut pazarına dönüşmüş durumda. Turistik yatak kapasitesi azalıyor, otel yatırımları durma noktasına geliyor, yerli esnaf ise büyük zincirlerin ve rezidans lobilerinin baskısıyla yok olmaya yüz tutuyor. Oysa turizm, geceleyenle gelişir; birkaç hafta gelen rezidans sahibiyle değil. Beton yığınının olduğu yerde turizm değil, rant büyür. Beton arttıkça umut azalır.
Bodrum’da artık kiralar öyle bir noktaya geldi ki, turizmin bel kemiği olan emekçiler barınamıyor. Garsonlar, temizlikçiler, aşçılar, minibüsçüler kent dışına itiliyor. Oysa bir turizm kentini yaşatanlar yalnızca turistler değil, ona hizmet eden emekçilerdir. Onlar olmadan sürdürülebilir turizm bir hayalden ibarettir.
Dünyanın önde gelen turizm ülkeleri — İspanya, İtalya, Portekiz gibi — hem destinasyonlarını koruyor, hem yerel halkla turisti yan yana yaşatmayı başarıyor. Bizde ise tam tersi: Yerel halk evinden, esnaf tezgâhından, doğa köklerinden kopartılıyor. Böyle bir ortamda ne turist mutlu olur ne yerli halk. Geride sadece beton, boşluk ve kaybolmuş bir kent kimliği kalır.
O yüzden bugün hâlâ geç kalınmış değildir. Eğer turizmi gerçekten kalkındırmak istiyorsak, doğayı korumakla başlamalıyız. Tarihi yeniden ayağa kaldırmalı, yerel kültüre değer vermeli, kıyıları ranttan değil halktan yana planlamalıyız. Aksi takdirde turizm yalnızca geçmişin güzel bir hatırası, geleceğin ise kaçırılmış bir fırsatı olur.
Bu yazı, turizm sektöründe yıllarını geçirmiş dostlarımla yaptığım sohbetlerden ilhamla yazıldı. Çünkü turizm sadece istatistik değil, insandır. Yaşayan, hisseden, umut eden bir sektördür. Ve bu umudu yaşatmak için önce biz sahip çıkmalıyız.