Sarı bir gömleğin üstüne yeşil renkte yuvarlak yaka kazağıyla ve avuç içlerine yaktığı belli olan, açık kahverengi kınalarıyla geldi eve Zalimcan. Kaşları çatık, benzi soluk kırmızıya çalarken, gözlerinden ateş çıkıyordu sanki. Telaşlandığımı hissettirmeden hemen açıklama yapmayı beklediğimi belli eden bir baş hareketiyle baktım yüzüne.
“Yasım var” dedi kısık bir sesle. Oturduğum koltuğun kolçaklarını daha sert sıkmaya, bakışlarımın daha da sertleşmeye başladığının farkına varınca anladı içine daldığım merak denizinin esmerliğini. O anlattı, ben dinledim. Susmadı anlattı. Sabah olduğunun farkında değildim ki, Karadağ’ın üstünden doğan güneş gözümü alınca fark ettim yorgun düştüğümü.
“Ağıt nedir bilir misin?” ile başlamıştı akşamın ilk sohbeti. Uzun uzun ağıtın kadim Türkmen geleneğindeki yerini ve önemini anlattı. Türk toplumunda ölüm sonrasında geride kalanların yaşamlarının yeniden dengeye kavuşması ve belirsizlik halinin son bulmasını sağlayacak yönlendirmeleri taşıyan bir kültür öğesi olduğundan bahsetti. Ağıtların yapısının yalnızca acı ve öfke içeren sözler olarak sınırlandırılmaması gerektiğini, ezgilerle birlikte ağlamalar, inlemeler, çırpınmalar şeklinde verilen tepkilerden ve ses ile hareketler yoluyla geleceğe aktarılan soyut söylemler olduğunu, hatta “geleceğe bırakılan ümitleri” de içerdiğini söyledi.
Ağıtın, kadim Türkmen geleneğinde hem anonim halk edebiyatı hem de âşık edebiyatı ölçüsünde kafiyeli dizelerden oluşan yazı ve söylem biçimi olduğunu öğrendim. Sahiden şimdiye kadar hiç düşünmemiştim. Oysa Bodrum’da dilden dile söylenen, yakın zamanda kaybettiğimiz söz yazarı ve bestekarı Çiftlik’li Mustafa Bacaksız’ın dizelerinde yaşam coğrafyamıza kazınan “Bodrum Hakimi” de bir ağıttı aslında. Talihsiz bir ölümün arkasından yükselen çığlığın yanında “Bodrum’un dağlarında gezen ceylanlardan” da bahsedilmekteydi aynı anda. Şimdi ise domuzlar geziyor, beton yığdığımız Bodrum’da. Hakimlerimizin ise başlarını kaşıyacak zamanları yok.
Zalimcan’ın bu ağıt meselesini gündeme getirmesindeki amacı merak ediyorsunuz tabi. Anlatalım efendim.
Toplumun önemli bir bölümünün “hak, hukuk ve adalet” konularında duyduğu kaygıyı yoğun olarak yaşadığı bu dönemde, çantalarında bilgisayar, kollarının altında kitap, ceplerinde leblebi olması gereken gençlerin, yaşadıkları belirsizlikler ve geleceğe yönelik güçlü endişelerini dile getirdikleri bir ortamda, aslında “ağıt yaktıklarını” söyleyerek başladı söze Zalimcan. Onlar ağıt yakıyordu ama büyükleri duymuyor, anlamıyor, konuşmuyor, kabul etmiyordu. Üniversite kampüslerinde ve caddelerde yükselen ağıtlar, bir anda savaş alanına dönüştürülen meydanlarda, yönetim gücünün telaşlı zorbalığı altında gazlar ve tazyikli sularla susturulmaya çalışılınca olanlar oldu. Herkes ayağa kalktı.
Herkes derken, tüm ülkeyi kast edemiyorum tabi. Geleceğe aydınlık bakmak sevdasıyla yanıp tutuşan, geçim derdi altında inlerken sesi çıkmayan ya da ülkenin tam yirmiüç yılını har vurup harman savuran bir iktidarın yaptıklarını kabul edemeyenler kalktı ayağa. Anadolu’nun bağrında, hiçbir şeyden habersiz insanlar nasılsa bir tas çorbaya tevekkül eden kültürün dervişleriydiler zaten. Onlar, din kutsallarının önlerine konup, ekmeğin katık edilmesini öğrenmişlerdi. Ya da mevcut yapının dağıttığı ödüllere saldırırcasına minnet edip, bugün de karnını doyurmuş olanlar “şükür bulutlarında” yüzüyordu.
Zalimcan’ın anlattıklarını duyunca, Volkan Konak’ın vefatının ardından yaşadığım ve satırlara döktüğüm kelime haylazlıklarım aklıma geldi ve Çatalca Müftü’süne sahici bir selam gönderdim baktığım denizin üstünden. Ama sabaha kadar o kara deliklere tıkılan “çocukları” konuştuk. O güneş dolu gözleri, karanlığın kucağına bırakıvermenin acısını Bayramda zaten iliklerimize kadar hissetmiştik, şimdi daha da büyüdü öfkemiz. Ben 30 yıl, o çocukların gözlerindeki ışıkla baktım geleceğe, tam 30 yıl. Her şeyi konuşurlardı da hiç acıtmazlardı. Çünkü onlar sadece gelecekti. Şimdi ağıt yaktılar diye sıkış tepiş karanlığa mahkum edildiler. Onlar “benim, bizim çocuklarımız” bilinsin. Ne yetim, ne öksüzler. Milyonlarca ana ve babaları var onların. Bırakın alınları parlasın gökyüzünün altında. Ama yarasanın gözünü ışıktan sakındığı gibi aydınlıktan korkanlar varsa, o zaman kalsınlar tarihin karanlık sayfalarında.
Bir de Silivri’den bahsetti Zalimcan. Saymamıştım ama o saymış. Tam 5 tane Şehir Plancısı varmış o karanlığın ortasında. Tayfun Kahraman, Resul Emrah Şahan, Mehmet Murat Çalık, Buğra Gökçe ve Gürkan Akgün, savrulmuşlar hukuksuzluğun dipsiz sularına. Neden ? Çünkü cehennem canavarı gibi salyaları akarak gezinen rant sevdalılarına karşı durdular diye. Hiç düşündünüz mü, niye bu kadar Şehir Plancısı aynı anda zulmün pençesi altına alındığını? Bence düşünün. Onlar benim meslektaşlarım, onlar benim kardeşlerim, onlar “Yağma Hasan’ın Böreğine peynir vermeyen yiğitler” çünkü.
Biraz da Bodrum’u konuşacaktık ki, yeterince yükümü aldığım için izin vermedim. Hem nesini konuşacağız ki Bodrum’un. Her şeyiyle liyakatsiz bir yönetim görüntüsü veren Belediyesini mi? Komik siyasi hamaset sözleriyle birbirine laf sokmaya çalışan çapsız Belediye Meclis Üyelerini mi? O miting senin, bu miting benim derken memleketin yollarındaki çukurlarında kaybolan Belediye Başkanlarını mı? Yaz geldiği halde, hala “dilek ve temenniler”den öteye geçemeyen plansız çırpınışları mı? Ben size en iyi çözümü söyleyeyim. Bir yandan “yağmur duasına” çıkın, diğer yandan “turist duasına”. Ama yağmur duasına çıkanlara birer de şemsiye verin ki, Acı Ot Festivalindeki gibi perişan olmasın millet.
Kendinize gelin baylar bayanlar kendinize..