Salı, Haziran 17, 2025

Çok Okunanlar

Benzer Gönderiler

Bir Cafe Masasında Yabancılaşmanın Gölgesinde…

Hayatın içinden bazı dostluklar geçer ki, onlarla geçirilen her an insana güven verir, huzur verir. O gece yanımda işte böyle bir dostum vardı. Güçlü kişiliğiyle her daim çevresine ışık saçan, sağlam karakteri, karizmatik duruşuyla hem dost meclislerinde hem de karşı cinsin dikkatinde yer bulan bir arkadaşımdı. Bir akşam yeni tanıdığı bir hanımefendiyle buluşacağını söyleyip, bana da “Gel, birlikte oturalım, sohbet ederiz,” dedi. Motorlarımızı çalıştırıp yola çıktık. Gideceğimiz yer Bitez’deydi ama öyle Yalı’da, deniz kenarında bir yer değil; köyün içinde, yeni açılmış, yan yana birkaç cafenin sıralandığı küçük bir alan. Güneş çoktan batmış, akşamın serinliği köyün taş sokaklarına sinmişti. Bitez’in o doğal ve biraz da kırsal dokusu içinde, yeni yeni şekillenen bir cafe köşesinde bulduk kendimizi.

Mekan, sade tasarımı ve samimi atmosferiyle huzur veren bir havaya sahipti. Masamızda dostum, onun aracılığıyla tanıştığım iki hanımefendi ve ben oturuyorduk. Hanımefendilerden biri zaten dostumuz ve arkadaşımızdı; diğer hanımefendi ise onun vesilesiyle o gece tanıdığımız yeni bir yüzdü. Sohbet kısa sürede derinleşti. Dostumuz hanımefendi sıcak ve samimi tavrıyla sohbete renk katarken, yeni tanıştığımız hanımefendi kendisini “yaşam koçu” olarak tanıttı ve spiritüalizmden, enerji terapilerinden, Kryon mesajlarından, ruhsal rehberlikten söz etmeye başladı. Dostum ise bu dünyanın kavramlarına gayet vakıf bir şekilde sohbete katıldı; yurt dışında aldığı terapilerden, edindiği deneyimlerden bahsediyor, konunun inceliklerini rahatça paylaşıyordu. Onun bu konudaki birikimine, yaşadıklarına ve açık fikirli tavrına saygı duymamak elde değildi. Gerçekten de spiritüel yaklaşımları tanıyor, yaşamış ve sorgulamış bir dosttu.

Yine de içimde bir ses onun özünde diyalektik düşüncenin insanı olduğunu fısıldıyordu. Dayanamadım, araya girip şöyle dedim:
“Siz metafiziğin dilini konuşuyorsunuz; halbuki dostum diyalektik düşüncenin insanıdır.”

Dostum, nezaketle bana dönüp gülümsedi:
“Ben bu dünyayı sadece dışarıdan izleyen değil, içinde yol almış biriyim; bu terapiler bana bir bakış açısı kazandırdı,” diyerek sohbeti sürdürdü.

Ben ise sustum. Çayımı (veya kahvemi) yudumlarken sessizce onlara kulak verdim. Onlar kendi aralarında uzun uzun konuşurken, ben kendi içime döndüm. Masanın ötesinde tanıdık yüzler gördüm; anılar, kırgınlıklar, özlemler bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Kulaklarım hâlâ onlardaydı: ruhsal arayışlar, evrenle uyum, enerji frekansları…

Ve içimden geçirdim:
Kapitalizmin yarattığı bu ruhsal boşluk, insanı metafiziğe sürüklemiyor mu zaten?

Marx’ın yabancılaşma kavramı zihnimde yankılandı. İnsan, bu sistemde emeğinden kopar. Ürettiği şey ona yabancıdır. Doğayla ve kendisiyle olan bağları zayıflar. Ve böylece, o boşlukta bir anlam arayışına düşer. O anlam arayışı bazen spiritüalist öğretilerde, bazen taşlarda, bazen de enerji seanslarında bulunmaya çalışılır. Ben tam kalkmayı planlarken, hanımefendi bana dönüp:
“Bu kadar uzun süre sessiz kalmanız, derin bir dünyaya sahip olduğunuzu hissettirdi bana,” dedi. Onun bu nazik ve anlamlı onayı, beni bir anda sohbetin içine çekti.

Artık içimde birikenleri paylaşmanın zamanı gelmişti:
“Kapitalist sistem insanı ruhundan, doğasından ve emeğinden kopardıkça ruhumuz bir boşluğa düşüyor. O boşluğu doldurmak için spiritüel arayışlara yöneliyoruz. Ama asıl huzur, insanın kendi emeğiyle, doğayla kurduğu gerçek bağda yatıyor. Marx’ın dediği gibi, yabancılaşma derdimizdir; önce bu yabancılaşmayı aşmadan ruhsal huzura eremeyiz.”

Sözlerim masadakileri içine çekti. Friedrich Nietzsche’den söz ettim:
“İnsan en büyük mücadelesini kendi gölgesiyle verir,” dedim.
Karl Marx’ın o çarpıcı sözünü hatırlattım:
“İnsan emeğiyle kendi özünü yaratır ama kapitalizm onu kendi emeğine yabancılaştırır.”
Ve ekledim:
“Bugün bu yabancılaşmanın yükünü taşıyoruz. Kendimizi bulamadığımız için metafiziğe, mistisizme sarılıyoruz.”

Hanımefendinin kolundaki kehribar ve sitrin bileklikleri dikkatimi çekti. Gülümsedim ve söyledim:
“Kehribar, cesareti ve kararlılığı simgeler. Sitrin ise bolluğun ve yaşam enerjisinin taşıdır. Belki de hepimiz ruhumuzda eksik olanı bu taşlarda, bu simgelerde arıyoruz.”

Gecenin sonunda, masada sohbete ve düşüncelere eşlik eden sessizliğin içinde bir insanlık hikayesini gördüm: Yabancılaşmış insanın kendi özünü arayışı… Ve mekandan kalkarken içimde bir huzur vardı; çünkü o gece en azından insanın gerçek derdine dair bir pencere aralayabilmiştik. Ve dostumla bir kez daha gurur duydum; hem dünyaya diyalektik bakışı hem de yaşamın farklı yollarına dair birikimiyle sahici bir arayışın insanı olduğunu bana bir kez daha göstermişti.

Popüler Haberler