Cumartesi, Haziran 14, 2025

Çok Okunanlar

Benzer Gönderiler

Bir Grev, Bir Masa ve Sınıf Bilincinin Aynasındaki Yansımalar

Güneşin Sofrası’nın biraraya geldiği yemekte bir masa vardı ki, yalnızca yemek değil; düşünce, mücadele ve yoldaşlık da paylaşılıyordu.
Aynı masayı paylaştığımız dostlarımız, Bodrum’un ve ülkenin vicdanında iz bırakmış insanlar:

Yazar Ayhan Karahan; yazıları kadar sokaktaki varlığıyla da tanıdığımız, yılmadan muhalefeti sürdüren bir kalem.
Toplumsal mücadelede geri durmayan, mesleğini halktan yana kullanan doktor Kerim Cangır.
Politik birikimiyle her sözüne kulak verdiğim Erhan Topanoğlu.
DİSK Emekli-Sen’in Bodrum’daki taşıyıcı kolonu, emeğin neferi İbrahim Uzun.
Ve kısa sürede mücadeleci kimliğiyle yakınlık kurduğum fizik öğretmeni Cemil Topal…

Bu masada bir yemek sohbetinin ötesinde bir tartışma vardı: İzmir Grevi.
DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası’nın yürüttüğü bu grev, yalnızca bir toplu sözleşme mücadelesi değil; uzun süredir görmediğimiz bir sınıf refleksinin yeniden sahneye çıkışıydı.

Ben bu grevi, sonuçlarından çok bize ne öğrettiğiyle anlamlandırmak gerektiğini savundum. Uzun zamandır Türkiye’de bu ölçekte bir sınıf temelli grev görmediğimizi, son güçlü örneğin TEKEL Direnişi olduğunu hatırlattım.
Ancak İzmir Grevi yalnızca hatırlatmadı; aynı zamanda unutturulmak isteneni –sınıf bilincini, direnişi ve işçi onurunu– yeniden görünür kıldı.

Grev kırıcılığına özel bir parantez açtım. Çünkü bu grevde tartışılması gereken yalnızca talepler değil; aynı zamanda işçilerin karşısına dikilen siyasal ve idari kuşatmaydı.
Grev kırıcılığı sadece yerine işçi koymak değildir.
Bazen grev alanına uğramayan sendika yöneticisidir.
Bazen “hizmet aksıyor” diyen bir yazar.
Bazen de “bu grev oy kaybettirir” diyen temsilcidir.
Bu tür sözlerin, sınıf mücadelesini siyasal hesaplara feda etmek anlamına geldiğini vurguladım. Grev bir öğretidir; hesap değil.

Bir başka odaklandığım başlık ise yabancılaşmaydı.
Karl Marx’ın kavramsallaştırdığı bu durumun izini, Ilya Ehrenburg’un Otomobilli Yaşam kitabıyla sürdüm.
Kapitalist üretimde işçi, emeğiyle bağını yitirir; kendi üretimine, zamanına ve benliğine yabancılaşır.
Rüyasında civata sıkan bir işçi, artık üretimin değil sistemin parçasıdır.
Bir otomobil üreticisinin hız tutkusu ve kâr hırsı nasıl bir fetişe dönüşüyorsa; işçinin bir gün 100 civata sıkarken, ertesi gün 250’ye çıkma zorunluluğuyla yaşaması da onu insanlıktan çıkarır.
İzmir Grevi’nde bu yabancılaşmaya karşı yükselen bir ses vardı.
Bu grev, yalnızca ücret için değil; insanlık ve onur için atılmış bir adımdı.

Masadaki tartışmalarda bir başka önemli nokta da sendikal mücadelenin yalnızca maaşla sınırlı olmaması gerektiğiydi.
Özgürlük, demokrasi ve insan hakları da bu mücadelenin ayrılmaz parçası olmalıydı.
Eğer sendikacılık yalnızca ücret pazarlığına indirgenirse; ne sınıf bilinci gelişir, ne haklar kalıcı olur.
Sendika yalnızca bordroya değil, hayata dair söz söylemeli.

Ve burada kaçırılmaması gereken bir konu daha vardı: halk desteği.
Türkiye işçi sınıfı tarihinin dönüm noktalarından biri olan, 4 Ocak 1991’de başlayan ve literatürde “Büyük Madenci Yürüyüşü” olarak geçen eylemi hatırlattım.
Zonguldak’tan yola çıkan on binlerce madencinin Ankara’ya yürüyüşü, halkın işçiye omuz verdiği bir mücadele örneğiydi.
İzmir Grevi ise bu desteği yeterince arkasına alamadı.
Bu eksiklik, grevle ilgili tartışmaları büyüttü.
Oysa grev yalnızca işyerinde değil; sokakta, meydanda ve evde de sürdürülmeliydi.
İzmir Grevi’ni yönetenler, halkı yanına alacak bir strateji geliştirmeliydi.
Çünkü sınıf mücadelesi, yalnız işçilerin değil; tüm toplumun meselesidir.

Eve dönerken notlarımı aldım.
Ama bu kez yalnızca not almakla kalmadım.
Bu masada konuşulanları, bu grevde ortaya çıkanları kayda geçmek istedim.
Çünkü bazı masalar geçici değildir.
Bazı masalar tarihe tutulmuş aynadır.
Ve bazı grevler, kazanılsa da kaybedilse de, bir öğretidir.

İzmir Grevi de öyledir.

Arena Haber
Arena Haber
Bodrum'un Güncel, İlkeli ve Güvenilir Haber Sitesi...

Popüler Haberler