Bodrum, binlerce yıllık birikimiyle Akdeniz’in en değerli kentlerinden biri. Antik Halikarnassos’un mirası, Osmanlı döneminden kalan izler, modern Cumhuriyet’in küçük sahil kasabası dokusu ile, bir kültür mirası olarak bize geçmişten emanet edilmiş. Ancak bugün gelinen noktada, bu miras hızla eriyor ve Bodrum “kimliksizleşme” tehlikesiyle karşı karşıya..
Bodrum Kalesi, Mozole (Mausoleion) kalıntıları ya da antik tiyatro hala ayakta ama yalnızca birer “turistik vitrin” işlevi görüyor. Osmanlı dönemi öncesi ve sonrası var olan ancak bugün yok olmuş ya da unutulmuş çok sayıda “köy yerleşmesi”, turizm adına bir değere dönüştürülmüyor.
Örneğin bugün İslamhaneleri adıyla anılan mahallemizin, Osmanlı öncesinde “Rum-Erleri Köyü”, sonrasında “Rum-Evleri Köyü” ve Osmanlı döneminde “İslam-Evleri” köyü olarak kayıtlarda yer aldığını biliyor muydunuz? Peksimet Dağı eteklerinde 800 yıl önce, korsan saldırılarından korunmak için kurulmuş olan “Karakaya Köyü”nün halk arasındaki adının “Korsan Köyü” olduğunu, “Kızılca Köyü”, “Mülk Köyü”, “Sandıma”, “Belen” köylerinin, hiçbir şekilde turistik güzergah olarak kullanılmıyor olmasını konuşmayacak mıyız?
Bugün Ortakent Mahallesinin olduğu yerin Miken Uygarlığına kadar uzanan geçmişi içinde, Osmanlı döneminde “Müsgebi”, antik çağda ise “Episkopi” adıyla anıldığı ve bölgede yaşadığı düşünülen “Episkopis” adındaki baş rahibin oturduğu kilise kalıntılarının hala görülebildiğini hiç duymuş muydunuz?
“Akademia Vakfı sayesinde görünür olan Halikarnassos Surlarını, Kral Mausolos döneminde kurulmuş Myndos (Mindos) yerleşmesini, Lelegler tarafından kurulan Tavşan (Asar) Adasını, Peynirçiçeği Mağarasını, Pedasa’yı, turistik bir değer olarak kullanabiliyor muyuz? Tam tersine “antik hipodrom”un üzerine küçük sanayi ve futbol sahası yaptık. Bodrum Kalesindeki tuvaletlerin suyu akmadığı için kapalı. Oğuz Alpözen, Kaledeki 14 sarnıcın ne olduğunu soruyor, cevap yok.”
2010 yılında dönemin belediye başkanı Mehmet Kocadon’un bir anlatısında; “Denizden gelen zengine Bodrum’u daha cazip hale getirebilmek için UNESCO’ya sunduğumuz ve 25 milyon Euroya mal olacak ‘İskender’in Ayak İzleri Projesi’nde şu andaki Sanayi Sitesi’nin altındaki 3 bin 500 yıldır toprak altında bulunan antik hipodromu gün ışığına çıkartacağız. Mars Mabedi’ni düzenleyerek, antik tiyatro ile bağlantısını kuracağız. Antik tiyatro ile birlikte Mausoleum ve Büyük İskender’in Bodrum’a girmek için aylarca önünde mücadele verdiği Myndos Kapısı’nı yeniden kültür turizmine kazandıracağız. Proje hayata geçtiğinde yılın 12 ayı Bodrum’a gelecek turist sayısı dört milyonu aşacak” denmişti.
2010 yılından sonra bu projeye ne oldu? Şimdiki belediyemizin bu tür vizyon projelerle ilgisi var mı diyebilirsiniz. Yine de çok haksızlık etmeyin. Bodrum’un kültürel mirasını, sanatını, gastronomisini ve sürdürülebilir turizmdeki başarılarını görünür kılmak amacıyla BOTAV tarafından bu yıl ilk kez düzenlenen “Bodrum Altın Mozolesi Ödül Töreni”nin daha dumanı üstünde.
Umuyor ve diliyoruz ki bu ödül, Bodrum’da turizmden kazanan tüm aktörleri, Bodrum turizmine katkı sunmak adına motive edecek ve birbirleriyle yarıştıracaktır. Ancak asıl olan; Bodrum turizmindeki “sürdürülebilirlik” söylemlerini hayata geçirecek projelerin, bir planlama kurgusu içinde oluşturulması ve Bodrum yerel gündemine sunulmasıdır. Anlatılırsa bilinir, anlatılmazsa “yok” sayılır, unutulmasın.
Bilinen tüm tarihi ve kültürel mirasın, turizm açısından çekicilik oluşturması için “koruma” ne kadar önemliyse, yerel belleği öne çıkaran bir koruma yaklaşımı da o kadar önemlidir. Bu bilinçle oluşturulacak bütçeler, sahte dekorlarda turist çekmeye değil, zaten var olan dekorlarımız niteliğindeki tarihi mekanların ortaya çıkarılıp yaşatılmasına harcanmalıdır.
Bodrum’un geleceği, yalnızca geçmişiyle övünmekten ibaret olmamalıdır. Gerçek koruma, tarihi mekanları kentin yaşayan dokusuyla bütünleştirmekten geçer. Bu da günübirlik kararlarla değil, bilimsel temele oturmuş, katılımcı bir planlama anlayışıyla mümkündür. Kültürel mirası kamusal yaşamın içinde korumak gerekir.
Ama daha önceki yazılarımda da dikkat çektiğim gibi, tarihi ve kültürel mekanlara dokunmak çok ciddi uzmanlıkların bir arada çalışmasını gerektirir. Geçmişin kadim izleri, gençliğin havai heveslerine kurban edilirse ortaya utanacağımız ucubeler ortaya çıkabilir. Dikkat etmek lazım.