Zalimcan’la Bodrum çarşısının ara sokaklarındaki bir taş mekanda bardaklara doldurmuştuk biriktirdiklerimizi. İkimizin de gözleri parlıyordu. Eh yani kaç kişi kaldık ki şunun şurasında. Şair Ümit Yaşar Oğuzcan’ın dediği gibi “Ben, İsmail ve Rüstem…”.
Kök uçlarına kadar kirlenmiş bir siyaset ortamında, kent yönetimi ve kent planlama konularında yazmanın, uyarmanın, yol göstermenin anlamını bazen sorguluyorum ama yine de siyaset kurumundan ve planlamanın rehberliğinden vazgeçmemeyi tercih ediyorum. Bizi, içine düştüğümüz bu dipsiz kuyudan çıkaracak çözümler, liyakat, şeffaflık ve baştan aşağı planlamadan geçmektedir.
Zalimcan’ın Ankara – İstanbul – Bodrum kutsal üçgeninde yaptığı gözlemleri dinleyince sahiden kanım dondu. “Yok artık” dediğim zamanlarda bardaklarımız kutsal suyla tekrar doldu. Ben de ortaya “biz de bu akşam kutsal ikili gibi olduk” deyiverince, kahkaha masanın üzerini kapladı.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyanılan Bodrum; yalnızca deniziyle değil, dokusuyla, hafif serin sabah rüzgarıyla ve inşaat şantiyelerine gelen beton mikserlerinin gürültülü sesiyle selamladı nihayetinde. Mandalin kokusu evin içine süzülecekti ki, keskin bir lağım kokusu kesti önünü. Tam eski taş evlerin gölgesinde yılların biriktirdiği hikayeler fışkıracaktı denizin içinden ki, yine patlayan bir su borusunun sesi geldi yakınlardan.
Daha geçen sabah iç çekerek baktığım pembe begonvilli bahçeyi aradım ama betondan logo gibi yapılan bir site inşaatı vardı yerinde. Tam gökyüzüne yüzümü dönüp; “Bodrum’da yaşamak, zamanla yarışmak değil, takvimlerle dost olmaktır” diyecektim ki, önüme düşen bir haberde 601 günde Bodrum’un sorunlarına yönelik ne yapıldığını sorgulayan bir yazıyı okudum yüzümü eğerek.
Geçenlerde yine bir yazı görmüştüm. Bodrum’un geldiği aşamayı; “Yerli ve yabancı varlıklıların tekneleri veya özel uçaklarıyla uğradığı, tatil yaptığı, dünyaca ünlü konaklama tesislerinin ve gurme restoranlarının yer aldığı, doğu Akdeniz’in 1 numaralı lüks tatil merkezi” olarak tanımlamış ve sonrasında da; “bu iyi bir şeydir. Buna karşı çıkmak veya engel olmaya kalkışmak saçmadır ve akıldışı bir eylemdir” diye yazıyordu.
Hatta hızını alamayıp; “tekrarlamakta fayda var, lüks turizm iyidir. Senin domatesini, etini, suyunu, halını, kilimini daha iyi değerlendirmeni sağlar” diye de ekliyordu. Gözlerimi ovuşturdum ve tekrar okudum. Hani biz hiçbir yere benzememeliydik? Hani biz özgün yapımızla marka değerimizi korumalıydık? Garaova’ya, Ortakent’in ve Bitez’in mandalin bahçelerine, Gündoğan’ın ve Kızılağaç’ın zeytinliklerine beton ekersen, o lüks turistlere nerede domates yetiştireceksin, hangi et hayvanını besleyeceksin de yedireceksin, hangi suyu içireceksin?
Bodrum zenginlerin kazıklanacağı bir tatil yöresi değil, pahalı oyuncaklarıyla kirletilip bırakılacak bir yer hiç değil. Leleg’lerden, Heradot’tan, Karya’dan, Osmanlı’dan emanet aldığımız ve nihayet Cumhuriyetin bekçiliğini yaptığımız bu topraklar; bir hatıra, bir ritim, bir sadelik ve bir hayat biçimi olarak marka değerini tanımlamıştır.
Lüks turist gelecek diye kendimizden ve kentimizden vazgeçip, ne olduğu belli olmayan insanlar topluluğu olmaya hiç niyetimiz yok. Bizim ağaçlarımız da çok değerli, balıklarımız da çok pahalı, türkülerimiz de çok zengin. Dostluğumuz ve sıcaklığımız ise bir o kadar keyifli. Zaten turizmin bizden istediği de bu değil mi?
Bakma şimdilik oradan oraya savruluyor. Elbette bu kadim coğrafya kendini bulacaktır.
Zalimcan’la birbirimize bakarken, bardakların da boşalmadan dolduğunu fark ettim.
İşte Bodrum’da hayat böyle canım kardeşim.







