Muğla Büyükşehir Belediyesi, il genelinde kurduğu Mobil Geri Kazanım Tesisleri sayesinde 9 milyon 880 bin metreküp hafriyat ve inşaat atığını bertaraf etti, çevre kirliliğini önleyerek yaklaşık 92 milyon TL tasarruf sağladı.
Muğla Büyükşehir Belediyesi, il genelinde kurduğu Mobil Geri Kazanım Tesisleri sayesinde 9 milyon 880 bin metreküp hafriyat ve inşaat atığını bertaraf etti, çevre kirliliğini önleyerek yaklaşık 92 milyon TL tasarruf sağladı.
Doğal afetler doğaya aitse, yarattıkları felaketler insan yönetiminin zaaflarının eseridir. Depremler her toplumu aynı ölçüde etkilemez. Yıkımın boyutu, müdahalenin hızı ve hayatta kalanların kaderi, yerel yönetim yapılarına, kentleşme politikalarına ve kurumsal hesap verebilirliğe bağlıdır.
Avrupa tarihinin en yıkıcı iki depremi olan 1755 Lizbon Depremi ve 1783 Messina Depremi, sadece birer doğa olayı değildi. Siyasi kırılmaları da beraberinde getirdi. Bu felaketler, Aydınlanma’nın ahlaki temellerini sarsacak noktaya kadar uzandı. İktidar ve sorumluluk kavramları edebi eleştirilere zemin hazırladı.
Voltaire’in keskin kalemi ve Goethe’nin sorgulayıcı bakışı aracılığıyla bu felaketler, devletin ihmalkârlığının ve felsefi bir krizin sembolleri hâline geldiler.
1755 Lizbon Depremi
1 Kasım 1755’te, 8.5 büyüklüğünde bir deprem Portekiz’in başkenti Lizbon’u vurdu. Depremi dev bir tsunami ve yangınlar izledi. Yaklaşık 60.000 kişi hayatını kaybetti. Felaketin, kiliselerin dolu olduğu Azizler Günü’nde gerçekleşmesi, birçok kişi için teolojik bir anlam ifade ediyordu. Ancak, depremin sonuçları bir yönetişim kriziydi.
Aydınlanma’nın en etkili figürlerinden Voltaire, 1755 Lizbon Depremi’ne öfkeyle yanıt verdi. “Poème sur le désastre de Lisbonne” (Lizbon Felaketi Üzerine Şiir) adlı eserinde ve daha sonra yazdığı Candide romanında, Leibniz’in iyimserliğini reddetti ve iktidardakilere üstü kapalı bir eleştiri yöneltti. Voltaire’e göre bu felaketin skandalı Tanrı’da değil, insanların kurduğu ve sürdüğü dünyadaydı: Afete hazırlıksız bir şehir, halkını koruyamayan bir devlet.
“Ne günah işledi, ne suç işledi o genç kalpler ki, Parçalanmış, kan içinde annelerinin kucağında yatıyorlar?” (Lizbon Felaketi Üzerine Şiir)
Voltaire yalnızca ilahi ilgisizliği değil, insanların kayıtsızlığını ve siyasi eylemsizliği hedef alıyordu. Depreme dayanıklı yapıların yokluğu, dini yapıların çökmesiyle yaşanan büyük can kaybı, ve monarşinin bu riski önceden öngörememesi ya da azaltamaması, doğrudan siyasi sorumluluğun eksikliğini gözler önüne serdi.
İronik olarak, kralın bakanı olan Marquis de Pombal, bu felaketi kullanarak gücü merkezileştirdi. Yeniden yapılanma sürecinde, modern şehir planlaması ve depreme dayanıklı mimari gibi adımlar atıldı. Fakat, bu süreç aynı zamanda muhalefetin bastırılması ve kralcı otoritenin daha da pekiştirilmesiyle sonuçlandı. Lizbon Depremi otoriter modernleşmenin bahanesi hâline geldi ve 20. ve 21. yüzyıla kadar yankı buldu.
Voltaire’in bu felaket karşısındaki ahlaki duruşu bazı tutarsızlıklarına değinmeden geçemeyeceğimiz bir noktaya da ister istemez işaret ediyor. Monarşi ve dinî dogmalara sert eleştiriler getirse de, ırkçı ve antisemitik görüşler de dâhil olmak üzere, son derece problemli düşünceleri de savundu. Essai sur les mœurs adlı eserinde Yahudileri stereotiplere indirgedi. Avrupa’daki antisemitik geleneğe katkıda bulundu.
Köleliğin zulmünü zaman zaman eleştirmiş olsa da, Voltaire sömürge ekonomilerini savundu ve sömürgeleştirilmiş halkların acılarını önemsizleştirdi. Bu durum, eleştirdiği baskı yapılarıyla aynı zihinsel çerçevede konumlandığını gösterir. Bu nedenle Voltaire, Aydınlanma’nın iktidar eleştirisinde temel bir figür olmasına rağmen, aynı zamanda Aydınlanma evrenselciliğinin sınırlarını ve çelişkilerini de temsil eder. Akıl ve ilerleme adına sunulan bu vizyon, dışlayıcı ve hiyerarşik bir anlayışla şekillenmiştir.
1783 Messina Depremi
Yaklaşık otuz yıl sonra, 1783 yılında Calabria ve Messina bölgesinde bir dizi büyük deprem meydana geldi. 50.000’den fazla insan öldü, köyler haritadan silindi, toprak kaymaları bölgenin coğrafyasını büyük ölçüde değiştirdi.
Johann Wolfgang von Goethe, bu dönemde İtalya’yı geziyordu ve yaşanan yıkımı İtalyan Seyahati (Italienische Reise) adlı eserinde kaydetti. Voltaire’den farklı olarak Goethe, hicivli bir dille değil, gözlemci ve sorgulayıcı bir tonla yazdı. Ancak, O’nun değerlendirmeleri de yalnızca doğanın yıkıcılığına değil, insani kurumların çaresizliğine dair bir eleştiriyle doludur.
“Doğa en büyük kudretini gösterdiği yerde, insan en zayıf görünür.”
Goethe’nin karşılaştığı şey, beceriksizlikle felce uğramış bir devlet, bürokrasiye takılan yardım çabaları ve halkın yaşamından çok soyluların çıkarlarını koruyan bir iktidardı. Messina’nın yıkımı, Bourbon monarşisinin yapısal çürümüşlüğünü gözler önüne serdi. Goethe’nin yazıları, doğanın korkutuculuğunun yanı sıra, siyasi kayıtsızlığın ahlaki iğrençliğini yansıttı.
Bourbon yönetiminin tepkisi dağınık ve yavaştı. Bu durum, bir yönetişim çöküşüne işaret ediyordu. Yardım geç ulaştı, yeniden yapılanma yolsuzlukla sekteye uğradı ve bazı yerleşim yerleri tamamen terk edildi. Goethe’nin hem jeolojiye, hem de insan psikolojisine duyarlı bakışı, bu depremleri yalnızca doğa olayları olarak değil, kötü yönetimin ve siyasi başarısızlığın sonucu olarak da yorumladı.
Bir Felaketin Siyasi Anatomisi
Lizbon ve Messina depremleri şu soruları akla getiriyor: Doğal afetlerin sorumluluğu kime aittir? Depremin ilk sarsıntısı yerin altından gelse de, yıkımın boyutu yukarıdan, yani inşa etmeyen, planlamayan, hazırlık yapmayan ve müdahale etmeyen iktidarlardan geliyor.
Lizbon’da monarşi, ilahi takdire ve kaderci felsefelere sığındı. Voltaire ise, siyasi ihmalin gerçeğini ortaya koydu. Messina’da Bourbon rejiminin çürüklüğü, her yıkılmış binada ve gömülememiş cesetlerde görünür hâle geldi. Goethe, doğrudan politik polemikler yazmasa da, edebî gözlemleriyle aynı gerçeğe işaret etti: Felaket, siyasetin hakikatini açığa çıkarır.
Söz konusu yönetişim hataları, ahlaksızlıkları ve eleştiriler, bugünün dünyasında da geçerli. İklim krizleri, pandemiler ve insani felaketler bizi aynı soruyu sormaya zorluyor: Doğal olanın bittiği yerde, ihmalkârlık nerede başlar?
İhmal Kendini Tekrar Ediyor
Yakın tarih, Lizbon ve Messina’nın dersleriyle ve Voltaire ile Goethe’nin isyanlarını gösteriyor. Doğal afetlerde siyasi sorumluluk meselesi günümüzde de mevcut. Örnekler çok ama aşağıdakilerle yetinelim.
Haiti, 2010: 7.0 büyüklüğündeki deprem Port-au-Prince’te 200.000’den fazla insanın ölümüne neden oldu. Siyasi istikrarsızlık, çürümüş kurumlar ve temel altyapının yokluğu, depremin tam bir felakete dönüşmesine yol açtı. Uluslararası yardımlar yağdı. Ancak kötü koordinasyon, kaynakların kötü kullanımı ve hükümet zayıflığı süreci başarısızlığa sürükledi.
Türkiye, 1999 ve 2023: 1999’daki İzmit Depremi’nde 17.000’den fazla kişi yaşamını yitirdi. Binaların çökmesine yol açan başlıca nedenler arasında denetimsizlik ve yolsuzluk vardı. 2023 yılında ise, Türkiye’nin güneyi ve Suriye’yi etkileyen başka bir büyük deprem meydana geldi. Uyarılara ve tecrübelere rağmen, yine yetersiz hazırlık, zayıf altyapı ve geç müdahale gibi dramatik bir tablo ortaya çıktı. Tıpkı Voltaire’in “kader” söylemine yönelttiği eleştiride olduğu gibi iktidar ve toplumun bazı kesimleri kader kavramına tutunmaya çalıştı. Akıl, afeti kaderle açıklamayı reddedip yapısal reform ve siyasi hesap verebilirlik çağrısı yaptı.
Fukushima, 2011: Büyük bir deprem ve tsunami sonrasında meydana gelen nükleer erime, yalnızca teknolojik değil, düzenleyici bir çöküşün de ürünüydü. Devlet–şirket iş birliği, felaket planlarının yetersizliği ve tahliye kararlarındaki gecikmeler, yüksek teknolojili bir toplumun nasıl siyasi zafiyetlerle kırılganlaşabileceğini gösterdi. Tıpkı Lizbon’daki gibi, Japonya hükümeti de merkezi gücü artırdı. Hükümet, bilgi saklama ve tehlikeyi hafife alma konularında yoğun şekilde eleştirildi.
Bu örneklerde ortak olan nokta şudur: Doğal etkenler, siyasi atalete, yolsuzluğa ve inkâra çarpıp katliama dönüşüyor.
Aydınlanmadan Hesap Verebilirliğe
Voltaire ve Goethe yazılarıyla, felaketlerin ortaya çıkardığı etik fay hatlarını tarif ettiler. Farklı tarz ve dönemlerden gelen bu iki ses, ortak bir kavrayışta buluştu: Doğal afetlerin yarattığı acı, teolojiyle ya da kaderle açıklanamaz. Yıkılan kiliselerin ve çöken şehirlerin ardında, çürümüş bir yönetim düzeni vardır.
Günümüzün hızla büyüyen çevre krizleri çağında, bu uyarılar yankı bulmaya devam ediyor. Afetler doğal olabilir, ama can kayıpları, müdahale biçimleri ve siyasi kullanımları insana ait.
Mesele neyin yeri sarstığı değil, kimin ayakta duramadığıdır.
“Bu yazı; Arda Tunca‘ya ait Demos (www.ardatunca.net) adlı sitede yayınlanmıştır”