Geçtiğimiz hafta, idare mahkemelerindeki görevim nedeniyle Şanlıurfa ve Siirt’e uzanan bir yoğunluğu yaşadım. Aynı gün içinde Şanlıurfa’da kahvaltı, Siirt’in dağlarında öğle yemeği, Mudanya’da akşam yemeği… Türkiye’nin coğrafyası güzel ama asıl şaşırtıcı olan manzaralar yemek masalarında değil, yönetim masalarında..
Şanlıurfa Havalimanı’na iner inmez adımla seslenilmesi üzerine döndüm. Kim olabilir? Tabii ki Zalimcan. Memleketin neresi alev alsa dumanı takip eden adam yine sahadaydı. Bu kez Harran’daki imar uygulamalarıyla ilgili iddiaları araştırmaya gelmiş.
Harran’ı duymuşsunuzdur. Tarihiyle, kültürel mirasıyla önemli bir bölge. 2012–2014 arasında Anıtlar Kurulu’ndaki görevim nedeniyle ben de yöreyi biraz tanırım. Ancak Zalimcan’ın anlattıkları karşısında benim bile kaşlarım kalktı. Kamuya ait alanların önce belediye üzerine geçirilmesi, ardından yakın çevreye satılması; park alanlarının parsellenip özel mülkiyete geçirilmesi, bir süre sonra burası “hastane olacak” denilip ertesi gün eczacılara pazarlanması… Böyle bir yönetim modeli varsa adı ne liyakat, ne de hizmet olabilir; olsa olsa “personalizasyon” olur, yani kamusal alanların kişisel mülke dönüştürülmesi.
Benim Harran’da herhangi bir görevim yoktu. Öğrendiklerim tamamen Zalimcan’ın bilgilendirmelerinden. Görevli olduğum bir hususta açıklama yapamam elbette. Zaten Zalimcan da, sadece iddia edilen hususları araştırmak için oralardaymış.
35 yıldır imar hukukunun içinde biriken tecrübem bana şunu öğretti: Rantın ideolojisi yoktur. İnanç, parti, etnik kimlik tanımaz. Bir coğrafyadaki gerçek ahlaksızlıklar, sadece belediye meclislerinde değil, imar planlarının satır aralarında gizlidir. Bu durum sadece bize özgü de değil. Sarkozy’nin Kaddafi’den 2007 de yasa dışı seçim fonu aldığı gerekçesiyle mahkum edildiğini hatırlayın. Demek ki kamu gücünün kötüye kullanımı, sınır tanımayan bir siyaset hastalığıdır.
Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgesindeki yerel seçimlerde liyakat, tamamen yörenin güçlü ailelerinin istediği biçimde konuşulur. Feodal yapının çizdiği sınırlar içinde bir yeriniz varsa, bir “şey” olursunuz. Yoksa hiç gürültü yapmaya bile gerek yok. Bakmayın biz buralarda “liyakat” falan diye bağırınıyoruz. Sesimiz gür çıkıyor olabilir ama inanın özünde değişen pek bir şey yok.
Biz yine de kamusal siyasetin ve kültürün, toplumları iyileştirici gücüne inanalım. Bu kapsamda Şanlıurfa’nın “sıra” eğlencesiyle Bursa’nın “gezek” kültürünü, “Bodrum’un Efeleriyle” buluşturmak, önceden beri çok istediğim bir şeydir. Zira Anadolu’da Türk, Kürt, Arap, Pers ve Ermeni müzik unsurlarının motifleriyle birleşen olağanüstü renkli bir kültür vardır. Keşke Bodrum’da böyle bir “müzik festivali” düzenlense. Cümbüşün, curanın, davul ve zurnanın, divan sazının, kemanın, udun, neyin seslerini aynı denizin üstüne çizmek güzel olmaz mıydı?
Ancak adına “uluslararası” falan demeyelim. Çünkü işin rengi değişiyor. Sarı ya da mor olması şart değil. İlla renklendireceksek hepsine birden “mavi” diyebiliriz örneğin, hem Bodrum’a da çok yakışır. Önce yöresel renklerimizi bir araya getirip kaynaştıralım, sonra uluslararası etkileşimlere de bakarız.
Nitekim hemen yanı başımızdaki komşumuzun yaşadığı sürgünlerin çığlığını yansıtan “rebetiko”yu, Portekiz’li denizcilerin dönmesini bekleyen eşlerinin ağıt formatındaki “fado”sunu, Afroamerikan kölelerin içinden fışkıran “jazz ve blues” müziklerini aynı gökyüzüne üflemek, çok iddialı olabilir ama imkansız da değildir.
Zalimcan’ın önümüzdeki zamanlarda raporlayacağı gelişmeler de aktarılacak tabi ama şu iddianamelerin, tutuklamaların, kamusal soygun söylemlerinin, çelenk koymayı unutanların, vatan görevi yaparken yitirdiğimiz canların, trafik ve aile içi terör haberlerinin, sıra dışı hukuk çelişkilerinin içimizi kararttığı gündemden azıcık uzaklaşıp, biraz hayal kuralım dedik.
Anıtkabir Komutanlığından zamanında randevu alarak, tüm belediye meclis üyeleriyle birlikte Atatürk’ün mozolesine çelenk koyan Belediye Başkanımızın göğsümüzü kabartan girişiminin yanında, her kış mevsiminin başlangıcında, Bodrum kent sorunlarına yönelik çözüm içeren girişimler konusunda uyarmak görevimizi ihmal etmemek lazım değil mi?
Haydi eller havaya.. Hem yağmur yağsın diye, hem de unuttuğumuz gülümsemeyi yüzümüze yapıştıralım diye..






